“Bir filozof olsaydım” diye başladı kullandığı kelimelerin ne zaman diline yerleştiğinden bihaber küçük ama büyümeye mecbur kalmış bir çocuk. “İlk soracağım soru, ‘Bu dünyaya neden geldik?’ olurdu.” diye devam etti cümlesine. Çok zeki değildi, filozof olabileceğini hiç zannetmiyordu. Hele bu dünyaya neden geldiğini kavrayabileceğini hiçbir zaman aklının ucuna bile getirmemişti. Zaten filozof da olmadı, bu soruya da bir yanıt bulamadı. Seyyah oldu ve gittiği her yerde bu soruya cevap aradı. Çok dolaştı ve her gelişin yahut gidişin bir sebebi olduğunu anlayacak kadar soludu geliş ve gidişlerle çevrili bu dünyayı. Sonra her gittiği yerde yeniden sordu durdu kendi kendine “Ben buraya neden geldim?” diye. Paranoyak olmuştu galiba, her seyahatin bir amacı olması gerektiğini düşünüyordu. Dünyayı mı gözünde çok büyütmüştü yoksa kendisi mi çok küçüktü?
Filozof olmadığından bu sorulara bir yanıt veremezdi. Fakat beni her gidilen yerde mutlaka yeni bir hikayenin yazılacağına çoktan ikna etmişti. Bana Tolstoy’un “En güzel hikayeler iki şekilde başlar: ya biri bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.” sözünü söylediğinde ben yeni bir şey mi öğrenmiştim, yoksa sahip olduğum fikirlerimi mi güçlendirmiştim, bilmiyorum. Fakat şundan emindim: MÜSDAV’ın Çelebi ekibindeki kardeşlerimle Kazakistan’a gitmek üzere uçağa bindiğim vakit ya yeni bir hikaye yazacağımdan veya yeni bir hikayenin parçası olacağımdan.
Doğrusu yeni bir hikaye yazılacağı konusunda yanılmışım. Bu coğrafyada hikaye değil; tarih boyunca destanlar yazmış atalarımız. Benim bu destanlarda ufacık bir yerim var mı bilmem fakat tarihin omzuma yüklediği bir sorumluluk olduğunun pekala farkına vardım. Bunu henüz Özbekistan Kazakistan sınır kapısında kavradım. Son 100 yıl hariç dünya tarihi boyunca en aktif ve etkin millet olan biz Türklerin o sınır kapısındaki acınası halleri ve tarih bilincine leke sürecek hareketleri içimde tarifi imkansız bir yara bıraktı. Ülkeye girdikçe de içimdeki üzüntü giderek arttı. Tarihimizde Türk’ü Türk yapan bel kemiği değerlerin nasıl küreselleşip yozlaştığına şahit olan gözlerim sık sık huzuruna vardığım Ahmet Yesevi Hazretlerinin halk arasında kesene olarak tabir edilen türbesindeki nakışları gördükçe yüreğini incelikle dokumayanların estetik bir eser ortaya çıkaramayacaklarının idrakine vardım.
Tarihi eserler arasında, “Geçmişe dönersek kurtuluruz!” gibi sığ bir algıya kapılma gafletinde bulunmadan, sadece anı, sevgiyi ve aşkı düşündüm. Zira eski ismi ile Yesi şehrinde meftun bulunan Piri Türkistan Hazretlerinin fikriyatının merkezinde aşk vardır. Bu aşk, yani yaratılanı yaradandan ötürü sevme fikri, Ahmet Yesevi Hazretlerinin yeryüzünde bulunan her şeye karşı bir sevgi beslemesine sebebiyet vermiş; dolayısıyla her şeyle ve herkesle, hatta düşmanıyla bile, dost olan bu büyük pirin izinden giden dervişlerin vesilesi ile sevgi dini Anadolu topraklarına kadar yayılmıştır. Onların sevgisi her anlamda verimsiz sayılabilecek Orta Asya coğrafyasını renklendirmiş, çöllerle kaplı bu ülkeye can suyu olmuştur. İpek Yolu’nun da üzerinden geçtiği Kazakistan bozkırı yahut çölü; kalelerle, türbeler ve tarihi eserlerle renklendirilmiştir. Çelebi Programı’nın hazırladığı, gerçekten çok verimli geçen gezi programı ile bu tarihi dokuyu çok daha iyi hissetme imkanına eriştik.
Uzun bir süre Kazakistan’da kalıp bu ülkeye şaşırılacak kadar çok alıştıktan sonra Özbekistan’a doğru yola çıktık. Aslında yalnızca birkaç haftalığına geldiğimiz bir ülkeden ayrılıyorduk fakat sanki yıllardır yaşadığım kendi memleketimden ayrılıyormuş gibi bir hisse büründü kalbim. Sıcağı ve aşırı düz coğrafyası dışında hemen her şeyini özleyeceğim galiba Kazakistan’ın. Hele tanıştığım birbirinden güzel insanları, kısa ve öz bir biçimde okunan Cuma hutbelerini, birbirinden lezzetli yemekleri, mojito adlı içeceklerini ve en çok da tarihi eserlerini çok özleyeceğim.
Hatta itiraf etmeliyim ki daha Özbekistan’a doğru yola çıktığımızda bile Ahmet Yesevi Hazretlerini özlemeye başlamıştım ancak Özbekistan’da Kazakistan’ı aratmayacak, hatta Kazakistan’dan çok daha fazla tarihi eseri içinde barındıran bir atmosfer ile karşılaştık. “Semerkand saykal-i Ruyi zeminest/ Buhara kuvveti İslam-ı dinest” olarak tabir edilen iki şehri de Özbekistan’da ziyaret etme imkanı bulduk.
İlk olarak Çelebi Programı’nın vesilesi ile tanıştığımız çok kıymetli rehberlerimizle birlikte Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te dolaştık. Sovyetlerden kalma geniş caddeleri geçerek Barak Han Medresesi’ne vardık. Özbekistan’ın ilk cumhurbaşkanı İslam Kerimov döneminde onarılan birbirinden güzel eserleri gezerken rehberlerimizin önderliğinde Hazreti Osman’ın kanının üzerine aktığı rivayet edilen Kur’an-ı Kerim nüshasının da aralarında olduğu birçok yazma eseri içinde barındıran bir müzeyi ziyaret ettik. Binbir zorluğa katlanılarak yazılmış Kur’an nüshalarını gördüğümde din-i mübinin bugünlere kolay gelmediğine bir kez daha şahit oldum.
Müzenin ardından Taşkent’te daha birçok yeri gezip geniş caddelerde dolaştık ve sonra Semerkant’a geçtik. Meşhur Ragistan meydanındaki el emeği eserleri serbest vaktimizde; ben, bir dostum ve rehberimiz Şehzad Ake ile (halk dilinde abi) birlikte gezmeye başladık. Şehzad abimiz mimari eserlerin özelliklerini anlatırken zamanın ömrümüzden ne kadar çabuk bir şeyler götürdüğünün farkına varmadık bile. Turkuaz rengiyle büyülenmiş vaziyette Şehzad abiyi dinledik ve ardından yine Semerkant’ta bulunan Gur-i Emir’e yani Emir Timur’un kabrine gittik. Türbenin avlusunda sohbet ederken Şehzad abi şöyle söyledi: “Bakın biz Timur’un torunlarıyız ve biz esarete düştük. Türk, Türk’le savaştığı için esir oldu. Sonra Kazaklar, Kırgızlar, Türkmenler; bütün Türkler esarete girdi, yalnızca siz girmediniz. Bütün bayraklar yere düştü ama sadece ay yıldız devamlı dalgalandı ve o asla yere düşmedi!”
İşte bu söz Orta Asya yolculuğumun bana öğrettiklerinin hülâsası oldu. Zira ben, Kazakistan’daki Arslan Baba’dan da bunu işittim, Buhara’daki İmam Maturidi’den de, Şah-ı Nakşibendi Hazretlerinden de. Buhara’daki Ark Kalesi de bana bunu fısıldadı, Kazakistan’daki Otrar kalesi de, Ahmet Yesevi’nin kesenesi de. Ve çıktığın bu yol bana binlerce senelik yepyeni bir hikayenin bir parçası olmam gerektiğini öğretti. Cengiz Han’ın yıkamadığı Kolon minaresi ülkemize döneceğimiz gece bütün ihtişamıyla tarihin omuzlarımıza yüklediği sorumluluğu yeniden hatırlattı bize. Ve ben Çelebi dostlarımla beraber ülkeme geri döndüğüm uçakta sadece ayaklarımın değil hayallerimin de yere basmadığını hissediyordum.
Muhammed Berk Güldür
Çelebi IV. Kademe Öğrencisi
2024 Designed By Vakıf Global